Home | Logo Tasarim | Siteyi degerlendir | Paylasim | Köy Üyeligi

Köyde Sosyal Hayat

Askerlik Görevi

Jandarma, askerlik çağına gelen gençlere bağlı oldukları askerlik şubesinden “celp için çağrı pusulası”nı getirir ve ilgili kişiye tebliğ ederdi. Askerlik sevk kağıdı Asarcık Köyü Jandarma Karakolu’na da gelir, oradan iki jandarma köyümüze gelerek pusulayı, Boyabat Askerlik Şubesinde bulunacağı zamanı bildirirdi, dağıtım yine Boyabat’tan yapılırdı. Hazırlıklarını tamamlayan üç dört genç anne, baba ve köylü ile vedalaştıktan sonra yola çıkarlardı. Vesait olmadığı için en yakın bir köye kadar yürünür, orada bir gece kalınıp Boyabat’a kadar tekrar yürüyerek varılırdı. Kasabadan diğer asker adayları ile beraber vesaitlerle asker toplama merkezlerine gidilir oradan yine toplu olarak askeri elbiseler giyilir, trenlerle acemi birliklerine sevk edilirdi.

Harşlık olarak her askere iki lira yol parası ödenirdi. Okuma imkanı olmayan köyümüzün gençlerinin tamamı er olarak askere gitmişler ve çok zor şartlar altında vatani görevlerini ifa etmişlerdir. Maddi durumu iyi olan aileler az da olsa asker evlatlarına harçlık yollasalar da, birçoğu harçlıksız askerliği bitirirler. Hatta parasızlık yüzünden iki sene süren askerlikleri boyunca izine, ailelerinin yanına gidemezlerdi. Izin alsa bile askeri birliğine geri dönmeleri için yol masrafını karşılayamayan asker aileleri, çocuklarının izine gelmesini istemezlerdi. Mesela; 1958 - 1960 yılları arası askerlik yapan Mustafa Kavukcu iki yıl boyunca aldığı harçlık miktarı ancak 60 liradan ibaretti.

Gelinler, köy işlerinde çalıştırılmak üzere küçük yaşta evlendirildikleri için köyün gençleri askerlik çağına geldiklerinde birkaç çocuk sahibi bile oluyorlardı. Bu durum, onların eş ve çocuklarından ayrılmayı zorlaştırmış ve ailelerine olan özlemlerini artırmıştır. Haberleşmenin kısıtlı olduğu bu dönemlerde yollanan mektupların ailelerine ulaşması ve geri cevabın gelmesi dört beş ay gibi uzun bir zaman sürüyordu.

1950-1953 yılları arasında meydana gelen Kore savaşı’na köyümüzden Ahmet Aslan gitmiş gazi olarak geri dönmüştür. Çanakkale Savaşına Dağtabaklı ve Avzarağan ’dan gidip şehit olan 8 Hemşehrimiz vardır. 1914 yılında meydana gelen Yemen savaşında da köyümüzden katılanlar olup yıllarca orada kalmışlardır. Hasan çavuşun oğlu Selim Aslan Tokat’ta şehit olmuştur. Yine Elif Sultanın kocası Süleyman Sevimoğlu Çanakkale savaşında şehit düşmüştür.

Zamanla askere gidenler en fazla 48 ay askerlik yaparken bu günümüze kadar kademeli olarak 15 ay, daha sonra 12 ay ve nihayet günümüzde 6 aya kadar inmiştir. Ahmet Kavukcu tam dört yıl askerlik yapmıştır.

Süleyman Kavukcu, Fethiye'de Jandarma 1963

Hastalik Hali

Hasta olan kişiler köyümüzün mahrumiyet bölgesinde olmasından dolayı hastaneye gitmesi veya bir doktora muayene olup tedavi görmesi, ilaç alması imkansızdı. Hatta ulaşımın çok sınırlı ve zayıf olmasından dolayı hastaların Boyabat’a veya büyük şehirlere gitmesi mümkün değildi. Bu sebeple genç yaşta veya çocuk yaşlarında birçok köylümüz hayatını kaybetmiştir. Günlerce hasta yatağında iyi olmayı bekleyen ağrılar çekenler de olmuştur.

Köylü, bazı rahatsızlıkları kendi imkanları ve yöntemleri ile tedavi etmeye uğraşmışlardır. Mesela; hastalar ağrıyan yerlerine arpa kırmasından yapılan lapa sarılırdı. Vücut ateşini düşürmek için sirke kullanılır, baş soğuk su ile yıkanır, ıslatılmış havlu sırta konurdu. Karın ağrıları için kerpiç veya tuğla ısıtılarak bir havluya sarılır ve karın üzerine koyulurdu. Yine karın ağrıları için su kaynatılır içerisine şeker atılıp karıştırılarak şerbet yapılır veya süt kaynatılarak içilirdi. Yine vücuda sirke ve bal sürmek, bal yutturmak, yaraya yumurta bağlamak başvurulan diğer tedavi yöntemlerindendi.

Bakkallarda satılan aspirin ve gripin en çok tüketilen ve erişimi en kolay olan ilaçlardandı. Fadime Çatal (Kütgız), göze kaçan kirpik veya tozu dilini göz içine sokup çevirerek çıkarırdı. Yine, vücudun ağrıyan yerlerine el yordamıyla tesbit etteği noktalara igneler saplayarak bir nevi akapunktur tedavisi uygulardı. Bazı cilt hastalıklarına, lekelere veya kabarlara “çizme olmuş“ denilir, ocaktan gelen kişi, o bölgeyi arpa tanesi ile çizip okuyarak tedavi ederdi.

Bazan zarureten hastalar Boyabat’a kağnı arabaları ile götürülmeye çalışılmış hatta bazı hastalar sırtta, bebekler de beşikle birlikte sırta alınarak büyük eziyetlerle Boyabat’a kadar taşınmıştır. Hasta olunduğunda kendisine danışılan ve fikir sorulan Onbaşı Selahattin Kavukcu’nun annesi Karağaçlı Feride ve Eyüp Sevimoğlu‘nun eşi Emine Sevimoğlu, Doğrullu Safiye Sevimoğlu gibi kimselerde vardı. Yaraları ise „Killiklü“ sarardı.

Doğum: Köyümüzün hamile genç gelinleri doğumlarını hastanede değil evlerde yaparlardı. Köyde doğum yaptıran yaşlı ebeler vardı; Satı Aslan, Alime Kavukcu, Atiye Karasakal (Gucüne), Şabara (Fadime Yaşar) ve Nuri Kalaycı’nın annesi Killikli Rahime, Emine Sevimoğlu bunlardan bazılarıdır. Ebeler her ne kadar bu işte tecrübeli de olsalar gerek evde doğum yaparken gerekse kağnı arabası ile Boyabat’a giderken yolda annenin veya çocuğun kaybedildiği birçok acı vakalar yaşanmıştır.

Yine Hüsnü Karasakal’ın karısı Şehri Karasakal’a Fadime Yaşar yardım etmiş fakat doğum yaptıramamıştır. Boyabat’a götürülemeyince, maalesef doğum anında bebeği ile birlikte vefat etmiştir. Ankara veya büyük şehirlere gitme imkanı olmadığı için en uzak tedavi merkezi Boyabat’tı. İsa ve Musa Kavukcu’nun anneleri, Onbaşı Selahattin Kavukcu’nun ilk eşi Keziban Kavukcu düşük yaparken ölmüştür. Süleyman Kırıştıoğlu’nun eşi doğum için acilen kağnı arabasına serilen yatak üzerinde zor şartlarda Boyabat’a yetiştirilmiştir.

Doğan çocuğun ilerde hastalıklara ve mikroplara karşı daha dirençli olması için bütün vücudu tuzlanır, sarılar ve bir gün böyle tutulurdu. Hamile kadınlar bu halleri ile bile sırtlarında odun, ot ve su taşır, tarlalarda doğum gününe kadar çalışırlardı. Doğumdan sonra yine istirahat imkanı bulamayan anne tekrar iş hayatına dönerdi.

Kırık-Çıkık: Kırık-Çıkık hadiselerinde yine doktora veya hastaneye gitme imkanı yoktu. Ekseri başka köylerden özellikle Maşaloğu ve Çaybaşı köyünden gelen kırık çıkıkçılara tedavi ettirilirdi. Yöremizin en meşhur kırık çıkıkçısı Maşaloğu köylü Kadir Ağa (sarı Kadir) bir çok kişinin şikayetini gidermiştir. Kırığın olduğu yerin altına ve üstüne uzun çubuklar yerleştirilir üzerine yumurta beyazı sürülererk bir bez ile sıkıca sarılırdı. Köyümüzde bu işi az da olsa yapan Hülüğün Ali’dir. (O da bu işi, köyümüze gelen elekçi bir kadından öğrenmiştir. Ali Ziya Kavukcu’nun kolunun kırılan yerine yumurtanın beyazı ile sabunu karıştırarak macun yapıp sürer. İki ince çubukla sarar, kırık yer kaynayarak güzel tutar.)

Diş Rahatsızlığı: Dişler ağrıyınca çekme işlemi de yine köyümüzde bu işten anlayan kişiler tarafından hiçbir uyuşturma veya tıbbi müdahele olmaksızın bağırtarak amatörce hatta paslı penselerle çekilir ve yerine kanamayı ve ağrıyı kesmesi için tuz basılırdı. Ahmet Kahraman ve özellikle Nuri Kalaycı diş çekime konusunda köylünün müracat ettiği kişilerdi.

Çocuk Sünneti: Devlet tarafından görevlendirilen veya ferdi sünnetçiler bölgemizde atlarla köy köy dolaşarak eskeri bir ila dört-beş yaşındaki çocukları gerek köy odası önünde gerekse kendi evleri önünde toplu olarak sünnet edilirler, çocukların ailelerinden ücret alınmazlardı.

Daha sonraki dönemlerde ise civar köylerde usta sünnetçiler muhtar tarafından köyümüze davet edilir, sünnet olacak çocuklar topluca ya muhtarın evinde ya da köy odasında sünnet edilirdi. Hiçbir uyuşturucu kullanılmadan yapılan sünnetler sıhhi ortamdan uzak ve

acı çekilerek olurdu. Sünnet olan çocuklar için herhangi bir sünnet kıyafeti, düğünü, eğlencesi veya hediyeleşme gibi şeyler olmazdı. Çocukların başları açık ayakları yalınayak olurdu. Köyümüzün birçok çocuğunu yine hastaneden emekli olan Karaağaç köyünden Hasan Şahin uzun yıllar sünnet etmiştir.

Camasir Yikamak

Camasir Tokmagi

Köyde kadınların yaptığı meşakkatli işlerden biri de çamaşır yıkamaktır. O dönemlerde temizlik malzemesi ve çamaşır makinası olmadığından yıkama işi tamamen el emeği, doğal temizlik malzemesi, taşıma suyu ile veya dere kenarlarında yapılırdı.

Kirlenen çamaşırlar yıkanmak üzere biriktirilir, su olan cavlağa, güğleğe, kuyu veya oluk yanına götürülür. Beraberine büyük bir kazan, büyükçe tava, meşe ve gürgen ağacından elde edilmiş kül alınır. Civardan toplanan odunlardan kuvettlice bir ateş yakılır.

Önce tencere içinde bir kiloya yakın kül, üzerine eklenen suyla demlenene kadar kaynatılır. Kaynayan küllü su teneke içerisine boşaltılarak üzerine soğuk su ilave edilir. Bir müddet bekleyince küller tenekenin dibine dunar, sabun yerine kullanılacak olan kül suyu elde edilir. Aynı anda kazanda da su kaynatılır. Elde edilen kül suyu, bir süzgeçten süzülerek kaynayan suyun içerisine tozlarından arındırılmış olarak ilave edilir. Böylece çamaşırın yıkanacağı su elde edilmiş olur.

Büyükçe tava içerisinde sıcak küllü sudan dökülerek çamaşır çitilenip oğuşturulur. Akabinde düz bir taş üzerine serilen çitilenmiş çamaşır tekrar kül suyu dökülerek tokmakla dövülür veya ayakla tepilerek kirler iyice çıkartılır. Kaynayan kazanda su eksildikce üzerine hem su hem de küllü su ilave edilerek çamaşıra yetmesi için miktarı artırılır. Bütün çamaşırlar bu şekilde yıkandıktan sonra durulanır, sıkılır ve etraftaki ağaç, duvar veya çalılıklar üzerine serilerek kurutulur. Küllü su çamaşır temizleme malzemesinin olmadığı dönemlerde en az kimyasal temizlik ürünleri kadar etkili olmuş ve uzun dönem köylülerce kullanılmıştır.Yıkama ve kurutma işlemi bittikten sonra kurumuş çamaşırlar, kazan ve tava sırta, kucağa alınarak köye dönülür.

Evlilikle Ilgili Bazi Yöresel Gerçekler

** İş gördürmek veya tarlalarda çalıştırmak için çocuklar erken yaşlarda evlendirilirler.
** Yeni doğan bebeklere ve çocuklara iş yüzünden yeterince ilgi gösterilmez, bakılmazdı.
** Başka köylerden gelen yabancı erkekleri gören kadınlar cemberleri ile ağız ve burun-larını kapatkarak "yaşmak" çekerlerdi.
** Kadınlar hiçbir şekilde herhangi bir yere giden bir erkeğin önünden geçemez veya yolunu kesemez, o erkeğin geçmesini beklerdi. Eğer beklemeden giderse "yolumu kesti" diyerek o kadına hakaret edilir, ayıplanırdı. Bu hem kendi köyümüz, hem de yabancı köyün erkekleri için geçerli olan bir kuraldı.
** Gelinler kayınbabalarının yanında hiç oturmazlar, ayakta beklerlerdi.
** Gelinler kurulan sofraya kayınbabası ve kaynanası ile beraber oturup yemek yiyemezdi.
** Yeni gelinler adet ve saygı gereği kayınbabaları ile konuşmazlardı. Sorulan soruya cevap vermez, hiçbir maruzatını anlatamazdı. Sonraki yıllarda fısıltı şeklinde konuşur buda uzun seneler sürerdi. Nihayetinde kayınbabanın isteği üzere gelin sesli konuşma-ya başlar, buna "gelinlik yapıyor" denirdi.
** Gelinler kaynanası ve kayınbabası yanında asla bebeklerine bakamazlar, emzi-remezler, sevemezler, kucaklarına alamazlardı. Bebekler ağlasa bile bu kural geçerlidir.
** Yeni doğum yapan gelin hiç dinlenmez, doğumun ikinci günü tarlaya çalışmaya gi-derdi.
** Gelinler en ağır işlerde çalıştırılır, gece tam uykularını alamazlar, yeterince dinlenemezlerdi. Kaynana ve kayınbabadan eziyet görür, dövülür, hakarete maruz kalırlardı.
** Genç kızlar istedikleri damat adayları ile değil, ailenin uygun gördüğü kişilerle on-ların reyi alınmaksızın zorla evlendirilirdi. Evlilikler ekseri görücü usulü ile yapılırdı.
** Zaman gelir erkeklerin dahi zorla yapabildiği ağır işler yine gelinlere yaptırılırdı.
** Yeni doğan çocukların nüfus kayıtları hemen yaptırılamaz, fırsat bulunup Boyabat’a gidildiğinde geç olarak veya ölen kardeşlerinin adına nüfusa kaydettirilirdi.

Köyde Maddi Imkansizliklar

Bazı Misaller:

-
Şeker olmadığı için üzümle çay içilirmiş.
- Yumurtalar takas yaparak başka ihtiyaçların görülmesi için yenmez, saklanırmış. Ayda bir yumurta bile yenmediği zamanlar olurmuş.
- Beyaz ekmek yazma ekmeğine sarılarak yenirmiş.
- Giyecek ayakkabı olmadığı için çarık denen basit deri parçasını giyerlermiş.
- Kuru soğan ezilir, tuzlanır katıklı ekmeğe sarılarak yenirmiş.
- Düğünlerde giyebilmek için sabahlara kadar ev ev gezerek bir çift ayarkkabı aranırmış
- Hasta bir kadına şerbet yapıp içirmek için bütün köylünün evleri tek tek gezilmiş fakat kimsede bir avuç seker bulunamamış.
- Çocuklar giyecek bulamayınca büyüklerin kıyafetlerini giyerlermiş.
- İnekler çok az süt verdiği için bir ayda ancak bir kg tereyağı birikir, oda yenmez, şehirde satılırmış.
- Kabalak otu toplanır, mısır özeği kıyılır değirmende öğütülerek ekmek yapılırmış.
- Bebeklere çok zor bakılırmış, çaputlara acık hoşafı sarılarak emdirilirmiş.
- Mısır kozağı, fındık tırtırları dövülüp un haline getirilerek ekmek yapılırmış.
- Sabun olmadığı için meşe külü kaynatılıp suyu ile çamaşır yıkanır, tokmakla dövülürmüş.
- Kışın ısınmak için yakacak soba olmadığından örteyerde eteş yanar oraya yakın olan ihtiyarlar ısınır, evin arkasındaki gençer ve çocuklar fazla ısınamazlarmış.
- Vasıta olmadığı için Boyabat’a gecenin yarısında kalkılıp saatlerce yürüyerek gidilir, yine yürüyerek geri dönülürmüş.
- Hasta olunduğunda doktor olmadığı için ya hastalığın iyi olması beklenir ya da Boyabat ve büyük şehirlere çok zor şartlarda gidilir, muayne olunurmuş.

Cenaze

Köyden biri vefat ettiğinde, bütün köylüler cenaze evine toplanır ve taziyede bulunurlar. Ağıtlar yakılır, yıkanır ve köy önündeki musalla taşının olduğu yerde topluca cenaze namazı kılınır. Köylüler tarafından mezarlık içinde uygun bir mezar yeri açılır ve mefta oraya defnedilir. Mezarın baş ve ayak ucuna ismi yazılı olan bir tahta dikilir. Daha sonra maddi durumu iyi olanlar, mezarı kalıcı olarak beton veya mermerden yaptırır ve başucu taşına ölenin kimlik bilgileri yazılır. Imam Kur’an okur, dua edilir ve cenaze töreni sona erer. Cenaze sahibi, „devir çevirme“ işini birkaç hoca eşliğinde evinde yaptırır.

(Devir Çevirme, vefat eden kişi adına günah ve hataları, yapmadığı farz ibadetlerinin bir tür kefareti olarak dağıtılan paradır. Cenaze evinde üç-beş hoca ve yakınları toplanır, Kur’an okunur, dua edilir. Mendil içine konan bir miktar para buradaki hocalara verilir ve elden ele dolaştırılır. Her el değişiminde “aldım, kabul ettim“ denir. Nihayetinde bu paralar, gerek fakirlere ve gerekse imamlara kefareten dağıtılır. Bazan bu bir hayvan kurban edildiği de olur. Bu tören, ölen kişinin günahlarının affedileceğine inanılan ritüel bir gelenektir.)

Köyde Bakkal

Köyümüzde hiçbir zaman tam teşekküllü bir alışveriş yeri ve bakkal olmamıştır. 1960’lı yıllarda bazı köylüler Boyabat’tan at ve eşeklerle zor şartlar altında getirilen zaruri ihtiyaç ürünlerini evlerinin bir odasını bakkal yaparak oradan satmışlardır. Toz şeker, kesme şeker, çay, çekirdeksiz kuru üzüm, incir, leblebi şekeri, Birinci, İkinci, Bafra sigaraları, iplik, iğne, çataliğne, kibrit, lokum, bisküvi gibi ürünler en çok satılanlar arasındaydı.

Satışlar büyük ölçüde veresiye olarak yapılır, veya satılan ürün karşılığında para yerine yumurta az da olsa ekin alınır, biriken yumurtalar daha sonra Boyabat’a götürülerek toptan geri satılırdı. Koymoloğu Hüseyin Çatal, Ömer Balkan Kargı’dan at ile şeftali ve kiraz getirip köyde sattıkları da olmuştur.

Köyümüzde bakkallık yapan kişiler şunlardır: Satılmış Dağcı, Arifenin Kadir (Kadir Yaşar), Ömer Çavuş (Ömer Balkan), Kaymoloğu Hüseyin (Hüseyin Çatal), Bayrik (Bayram Aslan), Kazım Aslan ve Hamüllü (Hüseyin Aslan) dır.

Büyük Sehirlere Göç

Atalarımız yıllar önce yöremize ne umutlarla gelmişler, binlerce kilometre yol ve mem-leket katemişlerdir. Asırlarca devletine askerlik yapmışlar, vergisini vermişler, memleketine faydalı olmuşlardır. Yerleşik hayata geçtikten sonra ne emeklerle ev ocak kurmuşlar, ormanlardan bağ, bahçe, tarla açmışlar, tarım, hayvancılık ve orman işleriyle geçimlerini sağlamışlardır. Bu topraklarda kaç nesil beslenip, yaşamıştır.

Zamanla yörenin ekonomik şartları ağırlaşır, rençberlikten elde edilen ürünler yetmez olur. Teknolojik imkanlardan faydalanılamadığı için yapılan tarım tamamen insan gücü ve emeğine dayanır. Bu da köylüyü oldukça yorar. Yeni yetişen genç nesil köyde kalmak, tarımla uğraşmak istemezler. Sağlık hizmeti yoktur, ulaşım imkanları oldukça zordur, yeterli tarım arazisi de bulunmamaktadır.

Bu olumsuzluklar köylüyü yeni arayışlara itti. Büyük şehirler ve oradaki çalışma imkanı onlara bir umut kapısı olarak göründü. Artık her biri için bir ideal vardır, “şehre gitmek, orada bir iş tutmak”. Bu da köy erkeklerinin topraklarını terk ederek özellikle İstanbul, Ankara gibi metropol şehirlere göç etmesine neden oldu. Zamanla köyün bütün nüfusu göçle büyük şehirlere taşındılar.

Köyde kalanlar gelişmelerden uzak oldukları için aynı yerde sayarlar, zayıflayan aile-ler, gurbetten gelecek paranın yolunu beklerler. Kalanlar için yaşam şartları daha da zorlaşmıştır. Tek umutları gurbete giden yakınlarının onları yanına almasıdır.

İlk defe büyük şehire giden ve orada iş dünyasıyla tanışan köyümüz insanı için, buranın koşulları oldukça farklı, zorlayıcı ve yabancıdır. Bilmediği ve tanımadığı bir dün-yanın içinde kendini bulur. Tek amacı biraz para kazanıp onu hasretini çektiği ailesi ile paylaşmaktır. Kimi zaman yıllar geçer, ailesini ve çocuklarını görmeye köyüne gidemezler. Kimileri de gittikleri yerde kaybolup yok olurlar.

İlerleyen zaman içinde diğer aile fertleri de büyük sehirlere göç ederler. Bu, yeni bir kültüre ve yaşam tarzına uyum gibi sosyal problemleri de beraberinde getirir. Yöresel aksanları belki alay konusu olur, çocukları yeni okullarına uyum problemi yaşarlar. Kadınların giyim tarzı ve kıyafetleri komşularınca garipsenir.

Bütün bu zorluklara rağmen, iş sahibi olmuş, mal mülk edinmiş, çocuklarını okut-muş ve yeni yaşam tarzına uyum sağlamışlardır. Artık göç o kadar çok yaygındır ki, köyde yalnızca bir veya iki kişi yaşamaktadır. Yaz aylarında gurbettekiler, tatil amaçlı gelerek köyün bu yalnızlığını biraz olsun hafifletmektedirler. Köyümüz, Türkiye genelinde ve yöresinde en fazla göç veren yerlerden birisi olmuştur.

Bir Kadinin Günlügü

Kadınlar, gün boyu yoğun bir iş tempesu içinde olacakları için sabah ezanı ile birlikte, her ne kadar yorgun ve dinlenmemiş olsalar da, erkenden kalkarlar. Gece pijama giyilmez, günlük kıyafetlerle yalnızca kuşak çıkartılarak yatarlar. El ve yüz yıkandıktan sonra ilk iş olarak dama hayvanların yanına inilir; hayvanların yattığı yerler temizlenir, süpürülür ve samanları verilir. Eğer saman yoksa samanlığa gidilir, büyük sepet içine çiğnenerek doldurulur ve sırtta taşınarak dama getirilir. Sonra eve gelinir, ekmek ve çörek yapmak için tekne içinde hamur yoğrulur ve mayası gelmeye bırakılır. Sofra hazırlanarak kahvaltı yapılır. Bulaşıklar, mutfak olmadığı için evin bir köşesinde yıkanır ve sergene dizilir. Bu arada çöreğin pişeceği yerin ısınması için örteyere odunlarla ocak yakılır. Odunlar, evin altından yine kucaklarda taşınarak terecenin içine konur. Mayası gelen çörek hamuru, ısınan örteyere konulur, etrafına sacıyaklar yerleştirilir ve üzerine saç kapatılır onun üzerine ateş koru koyularak çörek pişirilir.

Sabahın erken saatlerinde, sığır keşiğine katmak için sağım hayvanları sağılır ve damdan çıkarılarak kirenliğe götürülür. Ordan keşikçi, köylünün bütün hayvanını alarak gütmeye götürür. Küçükbaş hayvanlar da yine sağılır ve keşikciye götürülür. Hayvanlar damdan çıkınca, kürek ve süpürge ile dam içindeki gübre dışarıya kürünür.

Mevsime göre yapılacak işler farklılık gösterir. Ilkbahar aylarında yağış olmayan zamanlarda bostanlara öküz sabanı ile sebzeler, tarlalara; ekin, arpa, buğday, fiğ, mercimek gibi mahsüller ekilir. Öküzlere “gah” denir, açılan evleklere tohum serpilir üzerini de yine öküzlerin çektiği tabanla geri kapatılır. Bu iş bir ayadan daha kısa sürede bitirilir ve oldukça zorlu bir iştir. Bu arada evde su olmadığı için günde üç dört defa kuyulardan, oluklardan helkek, bidon veya yayıklarla sırtta eve su taşınır. Artık öğlen yemeği vakti gelmiştir. Ayran, yoğurt eşliğinde sebzeler ve pişirilmiş yemekler çörek ile yenir. Çokça tüketildiği için eve yine su getirilir, samanlıktan dama saman taşınır, akşam için yemek pişirilir. Biriken çamaşırlar kül suyu ile birkaç kez elden geçirilir, tokmakla dövülerek durulanıp yıkanır.

Sağılan sütler tencerelerde kaynatılır, soğumaya bırakılır ve kıvamı gelince içine yoğurt mayası konup üzeri kalın bezlerle örtülür, böyle beş ila altı saat bekletilir. Bu yağurt, yayığın içine dökülür üzerine su ilave edilir. Bişek ile yoğurt ayran olup terayağı oluşana kadar yayılır. Yayık yayma birkaç saat sürer ve kolların ağrımasına neden olacak kadar yorucudur. Ayran üzeri biriken tereyağı alınır, yağ çanağına konur, kıllardan temizlenerek tuzlanıp kapran içerisine basılır. Ayran, içilmek için kaplara dökülür.

Akşama doğru sığır keşiğinden dönen hayvanlar köyün başından alınarak dama getirilir, sağım hayvanları sağılır, yerlerine bağlanır önlerine ot ve saman verilir. Akşam yemeği hazırlanır, yenir, bulaşıklar yıkanır. Akşam olmuş istirahat zamanı gelmiştir. Devamlı yakılan soba üzerinde demlenen çay büyük bir keyifle içilir. Çok yorğun geçen günün ardından artık yatma vakti gelmiştir. Yüklükten yatak, yorğan ve yastık indirilerek yere serilir. Fazla oda olmadığı için anne, baba ve çocuklar genellikle aynı odada yatılır.

Mevsimlik işlerin farklılık gösterdiği zamanlardan yaz ayına gelinmiştir. Evin işleri bitince bostanlara gidilir, ekilen mahsüllerin dipleri cemekle kazılır, doldurulur, otlarından temizlenir. Güzel fasülyelerin çomakları dikilir, mevsim kurak geçerse elden geldiğince sulanır.Tarla sınırlarında büyüyen otlar orakla veya tırpanla biçilir, deste yapılır ve sırtlarda harmana taşınarak kurutulur, hayvanlara verilmek üzere dirgenlerle samanlığa doldurulur.

Güz guyma zamanı geldiğinde, her sabah güneş doğmadan erkenden kalkılır ve evin işleri bitirilir. Sabahın erken saatinde tarlalara gidilerek olgunlaşan ekinler bir ay boyunca kavranır, depecük yapılır; aynı zamanda deste arabasına yüklenir ve urganla bağlanarak zorlu bir yolculukla harmana getirilir ve yığınlar oluşturulur. Harman sürme vakti de gelmiştir. Yığın halindeki saplar at veya koşu hayvanlarına bağlı düvenlerle günlerce sürülür, yaba ile som savrulur, ekin ve saman birbirinden ayrılır. Buğdaylar kalbur ve gözerden geçirilip temizlenir, çuvallara konur sırtta eve taşınır. Anadutla samanlar samanlığa doldurulur.

Eylül ayında artık bostanlar da bozulmaya başlar. Patatesler sabanla sürülerek toprak yüzüne çıkartılır ve toplanır. Fasülye, mısır, kabak, pancar gibi ürünler de bostandan toplanarak kağnı arabalarıyla veya sırtta taşınarak eve götürülür. Olgunlaşan meyveler ağaçlardan uzun ve ucu çatal sırıkla, dalına çıkarak veya sallanarak dökülür, sepetlere, kovalara ve çuvallara doldurularak eve taşınır. Elma, armut, erik gibi meyveler kesilip bölünerek hoşaf yarılır. Yalıngatlar üzerine serilerek güneşte kurumaya bırakılır. Kuruduktan sonra kışın tüketmek için çuvallara konularak kaldırılır.

Ekim ayına doğru cevizler dökülür, geğel yapılır kurutulur ve yemeye bırakılır. Elma, üzüm, pancar gibi ürünler kazanlarda kaynatılarak pişirilir, torbalarda sıkarak çıkan suyu kazanlarda saatlerce kaynatılarak pekmezi yapılır. Çocuklu gelinler, bu yoğun iş temposu içinde çocuğunu beşiğe beler, tarlaya veya bostana eziyelte sırtında götürürler ve hem iş yapar hem de çocuğu ile ilgilenirler. Bazan onu emzirmeye bile fırsatı olmaz.

Artık sonbahar ayı gelmiştir. En önemli işlerden biri buğday dolusu çuvalların kağnı arabaları ile uzaklardaki değirmenlere götürülmesidir. Orada günlerce sıra beklenir, buğdaylar değirmenlerde öğütülüp un haline getirdikten sonra tekrar kağnılarla köye geri dönülür. Gübreliğe biriken kerme küreklerle kağnı arabasına yüklenir, tarlalara çekilir ve öbek öbek dökülerek gübre olarak kullanılır. Meşe ağaçlarının yaprakları toplanarak kurutulur, samanla karıştırılarak hayvanlara yem olarak verilir. Ormanden kesilen odunlar sırtlarda eve taşınır. Çok sevilerek yenen makarna da yine elde kesilerek hazırlanır. Bol yumurta ile yoğrulan katı hamur açılır ve bıçakla ince ince makarna şeklinde kesilir. Açılan ekmeklerden yazma ekmeği de yapılır, ıslanarak katlanıp yemek için kaldırılır. Olgunlaşıp toplanan kiren, kazanda koyulaşana kadar kaynatılır, küp veya kapranlara konur orada sertleşir, ekşi elde edilir, sıcak günlerde özenerek içilir.

Kış aylarında güdülemeyen hayvanlar gün boyu damda kaldıkları için aşırı miktarda saman ve ot yerler. Bu sebeple sürekli olarak samanlıktan sırtlarda sepetlerle saman taşınır, sulamak için de oluğa götürülüp geri gitirilerek dama bağlanır. El değirmeninde bulgur ve mısır çekilir. Tamamen beden gücüne dayalı köy işleri yıl boyu aynı yüksek tempoda yapılır. Bu, köy kadınlarını aşırı şekilde yormakta, çocuklarıyla ilgilenmelerini engellemektedir.

Ömründe büyük şehir görmemiş, hiç arabaya binmemiş, özel bir hayatı olmamış yalnızca çalışan bir kadın. Daha güneş doğmadan kalkar, ocağı yakıp yufka ekmeği, çörek ve yemek yapar, ormandan yağmur ve kar altından yaz ve kış demeden sırtında odun çeker. Evde, damda, tarlada, dağda akşam olup yatana kadar hiç durmadan çalışır. Sabahtan tarlaya giden kadın, akşam eve bitkin ve yorgun döner. Güneşten yanmış yüzler, çalışmaktan nasırlaşmış eller, terlemiş alınlarıyla ayakta durmaya çalışırlar. Okuma yazması yok, bir gün okula gitmemiş, eline bir kitap bir kalem dahi almamış fakirlik ve yoksulluk içinde kadınlar.

Köyümüzde Berberlik

Köyümüzde uzun yıllar boyunca sabit bir berber dükkanı veya ehil bir berber bulunmamıştır. Köylüler genellikle kendi aralarında veya zaman zaman köye gelen gezgin berberlere ihtiyaçlarını gidermişlerdir. Hülük Hasan ve Mustafa Kavukcu gibi köylüler, zaman zaman komşularının traş işlerini üstlenmişlerdir. Avzarağanlı Bekir Uzun ise yaklaşık 15 günde bir köyümüze gelerek, köyün çeşitli uygun yerlerinde açık havada hem çocukların hem de yetişkinlerin saçlarını keserdi. Karşılığında ise genellikle arpa veya buğday alırdı.

Menderes Çatal 1980-1989 yılları arasında, Mehmet Kahraman‘ın (Garamemmet) ambarının önünde köylüleri ve çevre köylerden gelenleri ustalıkla tıraş etmiştir. Belirli bir ücret tarifesi olmadığı için herkes gönlünden geçen bir miktar verirdi. Özellikle Cuma günleri, Cuma namazından önce veya sonra daha çok müşteri olurdu. Hatta ambarın üzerine bir berber tabelası bile asmıştı. Başka köylere de berberlik yapmaya giden Menderes Çatal, annesinin vefatından sonra İstanbul'a göç ettiği için bu işi bırakmak zorunda kalmıştır.

Elekçiler

Baharın, özellikle mayıs aylarında en az 20-30 aile kafileler halinde ihtiyarları, kadın, erkek ve çocukları ile at ve eşek koştukları arabalarıyla içlerinde her türlü ev eşyası olduğu halde köyümüze gelirler ve musallaya yüklerini yıkar, çadırlarını kurarak konaklarlar. Çingene (cingan) ve elekçi olarak da isimlendirilen bu göçebe ahali, Çankırı civarından gelip köyümüzde bir hafta gibi bir süre kalırlar ve akabinde yollarına yine devam ederler. Romanca konuşurlar, az da olsa Türkçe bilirler.

Elek ve kalbur yaparlar, bunları hem köyümüzde hem de civar köylere giderek satarlar. Ayrıca basma, kuşak, önlük, elde örme renkli çorap, örülmüş ip, kayışbağı gibi farklı ürünler de satarlar, bunların karşılığında para, yumurta buğday veya ekin alırlar. Kalaycılık da yapan çingeneler yabancı oldukları için, köylü kendilerinden biraz çekinir, kapılarını kitler ve onlara fazla güvenmezlerdi. Köyümüzde konaklamalarına kimse karışmaz, laf söylemezdi.

Boyabat yöresinde oturan kürtler de köylerinden yaylalarına giderken öküz koşulu araba, at ve eşeklerle yükleri az da olsa kalabalık olarak musallada birkaç gün kalırlar. Renkli iplerle elde ördükleri kayışbağı ve çorapları gerek köyümüze gerekse civar köylerde satarlar, karşılığında yumurta, ekin, mısır gibi ürünler alırlar. Bazan da köy içerisinde ev ev dolaşır aşağıdan darabaya veya basaklara vurarak seslenir ve bazı ihtiyaçlarını isterlerdi. Elekçiler Avzarağan’a da uğrar, çadırlarını kurup üç gün burada kalırlardı. Köylüden hayvan derisi satın alırlardı. Yine Sarıağaççayı Kürtleri de burada geçerek köylüden yardım toplardı. Köylü kendilerinden fazla çekinmez, güvenirdi. 1950 ve 1960’lı yıllarda köyümüze uğrayan elekçi ve kürtler daha sonra gelmemişlerdir. Elekçiler hakkında halk arasında çok ilginç ve ürkütücü hikayeler hala anlatılmaktadır.

Lakaplar

Anadolu’nun birçok yöresinde olduğu gibi, köyümüzde de hemen hemen herkesin bir takma adı veya lakabı vardır. Kişiler bu isimlerle o kadar sık anılırlar ki, bazılarının gerçek isimleri bile unutulur; yalnızca lakaplarıyla tanınırlar. Aşağıda köyümüzde bazı kişilere verilmiş takma isim ve lakapları görebilirsiniz.

Accı Fiseyin (Hüseyin Aslan) ............ Ahmet Çavuş (Ahmet Kavukcu)
Arifenin Gadir (Kadir Yaşar) ............. Bakıvilü (Şehri Balkan)
Bayrik (Bayram Aslan) ..................... Calay (Yaşar Balta)
Cimit Hüsnü (Hüsnü Karasakal) ........ Coruk
Çolak Hasan (Hasan Aslan) ............. Çolak Nazmi (Nazmi Karasakal)
Çoloğmer (Ömer Kahraman) ............ Dambiş (Süleyman Karasakal)
Deli Süleymen (Süleyman Kırıştıoğlu) Doğrullu (Safiye Sevimoğlu)
Domali (Ali Kahraman)......................Galecöğün Nürü (Nuri Kalaycı)
Gamyon (Satı Sevimoğlu) ................ Gara Bebek (Hüseyin Yaşar)
Gara Çavuş (Emin Kavukcu)............. Gara Memmet (Mehmet Karaman)
Gara Mustafa (Mustafa Çetin) .......... Gatamur (Satı Aslan)
Gaymoloğu (Hasan Çatal) ................ Gırmızu (İbrahim Kavukcu)
Goca Mustafa (Mustafa Kavukcu)...... Gonüş (Şehri Aslan)
Goca Selim (Selim Yaşar) ................. Gorucu (Hüseyin Çatal)
Goca Yusuf (Yusuf Aslan) ................. Kütoğlan (Hüseyin Sevimoğlu)
Gökmen (Mustafa Gömeç) ............... Gucüne (Atiye Karasakal)
Hacının Kızı (Şehri Kavukcu) ............. Hamillü (Hüseyin Aslan)
Hülüğün Ali (Ali Kavukcu) ................. Hülük Hasan (Hasan Kavukcu)
Köçeğin İreşit (Raşit Balta) ............... Killiklü (Rahime Kalaycı)
Kör Ahmet (Ahmet Kavukcu) ............ Kör Ireşit (Raşit Sevimoğlu)
Kuru Yusuf (Yusuf Kavukcu) ............. Kuyucu (Hüseyin Gömeç)
Kusbe (Hasan Sevimoğlu) ................ Kütün Eyüp (Eyüp Sevimoğlu)
Kütgız (Fadime Çatal) ...................... Menoğüş (Samiye Uzun)
Nagıye (Nakiye Aslan) ..................... Nagıyenin Bebeği (Hüseyin Aslan)
Niğellü (Hadise Karasakal) ............... Onbaşı (Selahattin Kavukcu)
Pire (Saniye Aslan) ......................... Satu Ağa (Satı Kalaycı)
Şabara (Fadime Yaşar) ..................... Şevrennü (Şehri Sevimoğlu)
Tehnelilü (Döndü Aslan) ................... Tombul (Mustafa Çatal)
Yamalığın Mustafa (Mustafa Kavukcu). Yamalık (Mehmet Kavukcu)
Hasançavuşun Kadir (Kadir Aslan)

Köyümüzdeki bazı sülalelerin lakapları

- Hülükler, Gavuklar : Kavukcu Sülalesi
- Gıcırlar : Aslan Sülalesi
- Goncükler : Sevimoğlu Sülalesi
- Garasakallar : Karasakal Sülalesi

Köyde Yeni Yerlesim

Yeni yapılaşma genellikle eski evlerin yıkılıp yerine yeni evlerin yapılması şeklinde olduğu gibi, ekilmeyen köyün yakınıdaki tarlalar üzerine de oluyor. Nüfus dağılımı ve artışı da yine ekseri köy sakinleri arasında olmuştur. Son olarak, 2023 yılının Ağustos ayında Nazif ve Nuriye Sevimoğlu çiftinin çocukları Ilyas ve Pakize Sevimoğlu’nun kızı, Yüksel Çerkeşli ile eşi Hamdi Çerkeşli’nin oğulları Murat Çerkeşli, köy girişinde yol kenarına, mezarlığın hemen yanına prefabrik bir ev inşa ederek buraya yerleşmiştir.

Ortak Köy Çördügü

Köy Çördüğü: (Yabani Armut) Ormancı evinin bulunduğu yer ile anayol arasında, mülkiyeti köylüye ait asırlık büyük bir çördük ağacı bulunurdu. Çördükler olgunlaştığında tüm köylü ortaklaşa bir araya gelir, sopalarla veya ağaca çıkarak çördükleri döker, daha sonra bir yere yığar ve kalbur, sepet veya ölçekle bölüşürdü. Her aileye yaklaşık bir teneke dolusu çördük düşerdi. Ne yazık ki, tarihi belli olmayan köy çördüğü, yaşlılıktan ötürü 1979 yılında kendiliğinden yıkılmış, odunları ihtiyaç sahibi köylüler tarafından alınmıştır.

Köyde Kis

Dağtabaklı Köyü, kışları çetin, soğuk ve bol kar yağışlı geçer. Yağan kar köyü adeta bembeyaz bir örtüyle kaplar, birbirini izleyen kar yağışlarıyla birlikte kar örtüsü yer yer bir birbuçuk metreye ulaşır ve aylarca erimeden kalırdı. Köylüler, bu zorlu kış şartlarına alışkın olsalar da, yaşamları hiç de kolay değildir.

Köylüler, evlerinin önünü, hambar ve samanlıklara giden yolların karlarını kürekle kürüyerek yol açarlardı. Boyabat yolu ise çoğu zaman kar altında kalır, kapanır ve ulaşımı imkansız hale getirirdi. Hava şartlarına dayanıklı arazi takviyeli jiplerle Boyabat‘a gitme imkanı olsa da bu araçlar da çarmurdan ve kardan yolda kalıyorlardı. Bu durumda en güvenilir ulaşım aracı, yüzyıllardır olduğu gibi atlar olurdu. Boyabat‘a gidenler, kötü hava koşullarından ötürü en az iki günden önce köye geri dönemezlerdi.

Hayvanlar için de kış ayları ayrı zorlu geçerdi. Kış boyu ahırlarda dururlardı. Yaz boyunca biçilerek hazırlanan fiğ, ot ve saman verilerek beslenirdi. Yalnız su içmeleri için dışarı çıkarılır, ağaç oluklardan sulanır geri ahıra getirilirdi. Bazan büyük tavalara su konarak ahır içerisinde sulanırdı. Saman ve otlar sırtlarda sepetlerler kardan açılan yollardan geçilerek ahıra taşınırdı.

Köy halkı soğuk havadan ötürü gününün hayvan bakımından arta kalan zamanını evlerinde geçirirlerdi. Köy evleri, kış şartlarına karşı yeterince korunaklı olmadığı için içerisi oldukça soğuk olurdu. Yalnızca oturalan oda ısıtıldığı için evin diğer odaları, sofa ve kuruluk da durulamayacak kadar soğuk olurdu. Hatta kar, sofaya kadar uzanır, yürüdkçe ayak izleri belli olurdu. Yazın toplanan alıç meyveleri samanlıkta, samanların altına gömülerek saklanırdı. Kış ayları boyunca bozulmadan durur, hatta daha daha da olgunlaşırdı ve kış boyunca yenirdi.

Yoksulluktan her evde soba bulunmazdı. Sobası olanlar, yaz boyu kesilerek hazırlanmış ve evin altına istif edilen odunla, örteyerde ise çıralı odunlarla ateş yakılır, hem ısınılır hem de yemek yapılırdı. Ayrıca saçaltı çörek, külçöreği ve daşçöreği yaparlardı. Baş yemek ise her zaman tahrana çorbasıydı. Gökpakla, kurufasülye, patates, ötkökü ve kabak yapılan başlıca yemeklerdendi. İçecek olarak ise kiren ekşisi, elma ekşisi hazırlarlanırdı..

Küçükbaş hayvanlarda ağıllada tutulur, çam ağaçlarının dalları budanır pür yaprakları yiyecek olarak onlara verilirdi. Avcılar karlı ormanlara ava gider ekseri, yaban domuzu, tavşan gibi hayvanları avlarlardı. Kış aylarının ve karın tadını en fazla çıkaran çocuklardı. Çam ve pürden yaptıkları kızaklarla yamaçlardan kaymak, kartopu oynamak onların en büyük eğlencesiydi.

Köylüler mümkün olduğunca kalın giysiler giyerek soğuğa karşı korunmaya çalışsalar da, yoksulluktan dolayı kimsenin kışlık kıyafetleri yoktu. Ayaklara kalın yün çorap, manda derisinden yapılmış çarık ve kara lastik giyilirdi. Yaşlılar, odanın en sıcak köşesinde otururken, gelinler ise ekseri ayakta ve evin soğuk bölümleride dururlar ve evin işleriyle meşgul olurlardı.

Gönüs Nene - Hüseyin Kavukcu'nun Kaleminden

Gönüs Nene

Köyümüzün geçmişinde ismi unutulmayan renkli kişilerden biri de GÖNÜŞ NENE’dir. Sade yaşam şekli, hareketleri, sözleri, oturduğu evin tahtadan son derece basit hali, yoksulluğu hafızalarda iz bırakmıştır. Köyde daha çok Karaağaçlı namıyla tanınır. GÖNÜŞ adı, geldiği Karaağaç Köyü’ndeki ailesinin bu isimle anılmasından dolayı kullanılır. Gerçek ismi ise Şehri Aslan’dır.

Gönüş Nene köyün sakinlerinden çolak Hasan ile evliydi. Hasan Aslan, doğuştan sağ kolunun yarısı olmayan, sadece kolunun ucunda küçücük parmakları olan bir kişiydi. İkisi de köyümüzde oldukça uzun yaşayan sıyılı kişilerdendi. Hasan isminde bir oğulları vardı. Hasan küçük yaşta çalışmak üzere Ankara’ya götürülmüş, çeşitli özel iş yerlerinde çalışmış, düzgün ve ihtimamlı bir yaşantısı oladığı için tüberküloz (verem) hastalığından 30 yaşları civarında vefat etmiştir.
Çolak Hasan’ın önemli özelliği, tek kollu olmasına rağmen dağlarda, ormanlarda güçlü kuvvetli kişilerin bile yerinden oynatamadığı çıralık çam köklerini yerinden (küskü) kaldıraç yardımıyla sökerek çıkarmasıdır.

Gönüş Nene’nin unutulmayan, kendine has sempatik, sevimli özelliği kızdığı kimselere karşı yüzünü ekşiterek, homurdanarak söylenmesidir. Uzun boylu, esmer yüzlü, cüsseli bir kadındı. Çok güzel yazma ekmeği pişirirdi. Ekmek yapmak isteyenler onu da çağırırlar, ikramda bulunurlardı. Köyün kapıları bu karı-kocaya daima açıktı. Allah rahmet eylesin.

Hüseyin Kavukcu

GÖNÜS NENE

Gönüs Nene'nin yapay zekayla yapilmis resmi

Bir Anadolu Kadınının Dramatik Yaşam Hikayesi

Karaağaç Köyü‘nde, 1323 (1907) yılında doğmuş, Şehri isimli, “Gönüş Nene“takma adıyla anılan bir kadın yaşadı. Genç yaşta evlenmiş, Hüseyin adında bir de erkek çocuğu olmuş. Fakat evliliği fazla sürmemiş ve eşinden boşanmıştır. Köyde ona, Boyabat'ın Karaağaç köyünden gelin geldiği için "Garaağaçlı" diye hitap edilir di. Bu kadın, esmer tenli, uzun boylu, yapılı, kalın kaşlı ve kalın dudaklıydı. Başındaki çöküsü devamlı bir tarafa hafifçe eğik durur, üzerine de büyükçe bir cember örterdi. Köyün en fakir insanıydı. Köylünün yardımıyla hayata tutunuyordu.

Yaşadığı ev, Hüseyin Aslan'ın evinin hemen altında, tek katlı, tek odalı ve ambarlı, küçük pencereli, içi karanlık, altında damı olmayan, yandan merdivenle çıkılan tahta bir evdi. Önünde küçük, korkuluksuz bir de sofrası vardı. Direkler üzerinde duran evin altındaki boşluk alana ise yakacak odun istif ederdi. Samanlık gibi uzunca, basit ve ha-rabe görünümlüydü. Gönüş, çilekeş, fakir, ezilen, yoksul Anadolu insanının köyümüzdeki temsilcisiydi. Pek hayvanı olmadı; küçük çapta bağ, bahçe ve tarla ekimiyle uğraşır, ya da ekilen tarlalarına karşılık pay alırlardı. Üstü başı eski ve perişandı; köylünün veya başkalarının verdiği giysileri giyerdi. Kışın bile soğuklarda, altı yamalı kalın çoraplarla karların üzerinde gezerdi. Öylesine fakirdi ki, üzerine örtecek doğru dürüst bir yorganı bile yoktu. Kütgız, "Üstlerine örtmesi için Gönüş'e bir çul, bir yalıngat verin" diye köylüden yardım isterdi.

El becerisi de fazla yoktu. Fakirliği ve yoksulluğu yüzünden bazen hor görülür, hatta köyün çocukları evini taşlardı. Büyük Karaağaç Köyü'nden köyümüze gelin gelen Gönüş, Gıcır sülalesinden, tek kolu olmayan Hasan Aslan ile evlendi. Eşi de kolundan engelli olduğu için fakirlikleri, yoksullukları katlanarak devam etti. Evlerinde çorbadan başka pek bir şey pişmezdi. Kızdığı insanlara yüzünü asarak, homurdanarak kızar, alt dudağı aşağı düşerdi. Hitap ettiği küçük büyük bütün kadınlara "Gız abulam" diye söylenirdi. Yabancı evlere gidip sofralarına oturmazdı. Nazının geçtiği Medine Aslan (Öşekli) ile Halise Kavukcu'nun evine gider, onlar ona bakar, ilgilenir ve karnını doyururlardı. Ev temizliğine de gerekli hassasiyeti gösteremezdi. Evinin su ihtiyacı için kuyulara gidince alacak bir yudum su bile bulamazdı. "Aaa, kökü kesilesiceler, hiç uyumuyor musunuz? Kuyuların dibinde bir kaşık su bırakmıyorsunuz!" diye köylüye çıkışırdı. Çoğu zaman evinin kapısının eşiğinde otururdu.

Kışın sokakta oynamaktan üstleri ıslanan köyün çocukları, Gönüş Nene‘nin evine giderek elbiselerini ve üstlerini orada kuruturdu. Sobası olmasına rağmen onu hiç kullanmaz, sürekli örteyrde ateş yakardı. Üstleri kuruyan çocuklara bulgur pilavı yapar, karınlarını doyururdu. Gönüş Nene çamaşırlarını da hep evinde yıkar, utanıp sıkıldığın-dan onları asla kurutmak için dışarıya asmazdı. Bunun yerine daraba ve kapı üsterine sererek kuruturdu. Basit, sert yatağı ise penceresinin önünde, yerde hep sergili durur, hiç kaldırmazdı. Sürekli siyah renkte bir erkek ceketi giyerdi. Köylülerle birlikte odun toplamaya gittiğinde, herkes kalın odunları toplarken o hep ince çalıları toplardı.

Köyde çağrıldığı evlere gider, orada yufka ekmek yapanların ekmeklerini sac üzerinde büyük ustalıkla pişirir, buna karrşılık ev sahipleri de onun karnını doyur, biraz ekmek, yakacak odun verirdi. Temizlik konusunda da pek maharetli değildi. "Gız dayımın gızı" dediği Halise Kavukcu, onu sıkça Arife‘nin Kadir'in Kuyusu'nun başına götürür, saçlarını yıkar tarardı. Gönüş'ün bu haline o zamanlar pek üzülen Ünzüle Kavukcu, "Ah ben Gönüş'ün kızı olsam da onu çimzirsem, elini yüzünü yıkayıversem" diye söylenirmiş. Bu özellikleri ile Gönüş lakabı çevre köylerde de tanınır, bilinir hale geldi. Beceri eksikliği olan başka kadınlar da "Gönüş" lakabı ile anılır oldu.

Dramatik Bir Hayat Hikayesi
Bu fakir ailenin 1940 senesinde yalnızca bir çocukları oldu. Ona da babasının adı Hasan verildi. Yoksulluktan rahatsız olan Hasan, daha çocuk yaşta köyü terk ederek Ankara'ya gitmiş. Yıllarca orada çalışmış maalesef anne ve babasına pek bir faydası olmamıştır. Ankara’da genellikle amcasının oğlu Selim Aslan ile görüşen Hasan, köye bir defa gelmiş, askerlik görevini ise tamamlayamamıştır. Daha sonraki zamanlarda kendisinden bir daha haber alınamamış ve genç yaşta hastalanarak Ankara‘da vefat etmiştir. Oğlu Hasan'ın ve Gönüş nenenin dramatik hayat hikayesini anlatan Yüksel Tunç, "Öksüzün döngeli göynür mü? Meğer çürüye" veciz bir sözle Gönüş nenenin ve ailesinin hazin hayat hikayesini özetledi.

Doğuştan sağ kolunun dirsekten aşağısı olmayan, ucunda küçük parmakçıkları olan Gönüş Nene’nin eşi Hasan Aslan "Çolak Hasan" lakabı ile anılmıştır. Hasan, köylüye yardıma ve hayvan gütmeye gider, ev geçimine katkıda bulunurdu. Aslan sülalesinden kendine kalan tarlaların bir kısmını eker biçerdi. Kendilerine mahsus samanlık ve harman olmadığı için Aslan sülalesi ile ortak kullanırdı. Büyük mahareti ise, ormanlardaki iri çam köklerini çıra yapmak için tek kolu ile ustalıkla yerlerinden çıkarmasıydı. Ağaç köklerine balatasıyla vurur, o kökün çıkmasının mümkün olup olmadığını anlardı. Ardından, çam veya meşeden yaptığı uzun sırığı kökün dibine yerleştirir, üzerine basarak kökü yerinden çıkarırdı. Veli Aslan'ın ağabeyi olan, 1310 doğumlu Çolak Hasan, minyon tipli, küçük yapılı, kısa boylu, çalışkan bir adamdı. Olmayan kolunun ucundaki cücükleri köyün çocuklarına göstererek onları korkutur şaka yapardı. Gönüş Nene‘den önce, 1970 yılında vefat etmiş, köy mezarlığına defnedilmiştir.

Her ne kadar bu olumsuzluklar olsa da Gönüş Nene, edepli, sevecen, cana yakın, yardımsever, saf, şeytani düşüncesi ve kimseye zararı olmayan, mazlum, kendi halinde iyi bir insandı. Onu hâlâ bugün anıyor, hatırlıyorsak demek ki insani değerler, fiziksel eksikliklerin önünde olduğu içindir. Bir sohbet anında adı geçse, herkesin yüzünde tatlı bir tebessüm oluşur ve "Ahh Gönüş nene" diye yâd edilir.

Yoksullukta Hüzünlü Son. Gönüş Nene'nin Vedası
Sıcak bir yaz günüydü. Bedriye Sevimoğlu‘nun evinde yazma ekmeği pişirmeyi biti-ren Gönüş Nenen‘in koltuğunun altına Bedriye birkaç taze ekmek sıkıştırdı. Gönüş Ne-ne, geri dönerken Ahmet Sevimoğlu'nun evinin köşesinde, sokağın ortasında ansızın rahatsızlandı. Dizlerinin üzerine yığılıp kaldı, bir daha kalkamadı. Onu bu halde gören Raşit Sevimoğlu, hiç tereddüt etmeden sırtına alıp evlerinin merdivenlerine kadar getirdi; Gönüş Nene‘de abalayarak evine girdi. Rahatsızlığı giderek arttığı için bir daha dışarı adım atamadı ve yaklaşık yirmi gün sürdü.

Sığır keşiğine gitmek üzere kirenlikte toplanan köylü kadınları, Gönüş Nene'yi kısa da olsa ziyaret edip bir isteği olup olmadığını sordular. Çok hararetli olan Gönüş Nene, onlardan Nazmi'nin kuyusundan soğuk su getirmelerini rica etti. Henüz çocuk yaşta olan Ünzüle Sevimoğlu, bu isteğe kayıtsız kalamadı; hemen Nazmi'nin kuyusundan bir helkek dolusu su getirip ona içirdi. Bu durumdan çok duygulanan Gönüş Nene, "Aaa İreşit, Allah sana çok hayırlı bir oğlan evlat versin" diye içten bir dua etti ve aynı gün 1980 yılında kocasından yaklaşık 10 sene sonra, yalnız yaşayarak yoksulluk içinde Hakk’ın rahmetine kavuştu.

Evinin hemen yanına, etrafı çullarla çevrili, basit bir çadır kuruldu. Koca Yusuf'un eşi Fadime Aslan, Gönüş Nene'nin cenazesini son yolculuğuna uğurlamak için yıkadı. Hatta bir hatıra olsun diye parmağındaki yüzüğü alıp kendi parmağına taktı. Dambiş Süley-man Karasakal‘da defin işlerine yardımda bulundu ve köy mezarlığına defnedildi. Evleri yıkılınca yerini amcasının oğlu Nagıye‘nin Hüseyin Aslan satın alarak kendi bahçesine katmış, parası köy imam evinin yapımına harcanmıştır.

Arkasında çocukları ve onlara sahip çıkacak akrabaları olmadığından mezarları yaptırılmadı ve kaybolmaya yüz tuttu. Köy muhtarı Nurdoğan Aslan, fakir fakat gönlü zengin Gönüş nene unutulmasın diye ismini köy içi bir sokağa verdi. Yoksulluğun timsali Gönüş nene, hala kalplerde yaşamaya devam ediyor.

Kursun Dökmek

Kurşun Dökmek

Hasta olan ve özellikle nazar değdiğine (nefes değmiş olduğuna) inanılan, gece korkan, uykudan sıçrayarak kalkan ve uyuyamayan kimselere kurşun dökülür. Büyükçe bir çarşaf üzerine bir elek yerleştirilir; elek içerisine bir parça tuz, ekmek, iğne, kuru soğan, tarak ve bıçak konur. Hasta olduğuna inanılan kişi, birkaç kişinin uçlarından tuttuğu bu çarşafın altına oturur.

Bir kap içerisine konan bir parça kurşun madeni ocakta eritilir ve tamamen sıvı hâle getirilir. Bu sıvı kurşun, çarşafın üstündeki bıçak, ekmek ve diğer malzemelerin yanına konmuş su dolu bir kabın içine dökülür. Soğuk suya temas eden kurşun, ani bir tepkimeyle çeşitli kadın, erkek, mezar, göz gibi şekiller oluşturur. Kurşunu döken kişi, bu parçalara bakarak kimin nazarının değdiği ve etkilerinin neler olacağı hakkında yorumlar yapar.

Tuz ateşe atılır, ekmek hayvanlara verilir, iğne hastanın üzerinde kırılır, göz şeklinde oluşmuş kurşun parçaları ise hasta kişinin kıyafetine takılır. Kurşunun aldığı şekilden nazar değenin kadın mı, erkek mi olduğu anlaşılır. Eğer erkekse "karnı patlasın", kadınsa "gözü çıksın" diye beddua edilir. Köyümüzde en çok kurşun dökenler Fadime Yaşar ve Hayriye’nin kızı ………………’dır.

Göbek Çekmek

Göbek Düşmesi ve Göbek Çekme

Karın ağrısı, sancı, mide bulantısı veya ağır bir yük kaldırılması durumlarında kişiye “göbeği düşmüş” teşhisi konularak “göbek çekme” tedavisi uygulanır. Hasta sırtüstü yatırılır, ayaklar hafifçe bükülür ve karın bölgesi açılır. Bir oklavanın ucuna bez parçası veya mendil bağlanarak, bu uç göbek deliğine yerleştirilir. Oklava, göbek deliğini saracak şekilde çevrilerek döndürülür. Göbek, artık çevrilmeye izin vermeyinceye kadar işlem sürdürülür. Bu sırada göbek “tık tık” atmaya başlar. Bu ses duyulunca, düşen göbeğin tekrar yerine geldiğine ve hastanın şikâyetlerinden kurtulduğuna inanılır.

Bazen bu işlem ayak topuğu ya da el parmağı ile de yapılır. Özellikle Öşekli (Medine Aslan) parmak ile göbek çekerdi. Köyde en çok göbek çekenler Hayriye’nin kızı …………, Fadime Yaşar ve Güllüzar Kavukcu’dur. Hatta bu durum köylüler arasında “Sakın ağır kaldırma, göbeğin düşer!” inancının oluşmasına neden olmuştur.

Diğer bir göbek çekme yöntemi ise şöyledir: Yarım patates göbeğin üzerine konur, patatesin üzerine kibrit çöpleri yerleştirilir ve yakılır. Daha sonra üstüne bir su bardağı kapatılır. Bardak içinde hava kalmayınca kibritler söner ve oluşan vakum etkisiyle bardak göbeği içine çeker. Göbek yerine geldiğinde bardak kendini bırakır.

Banyo Yapmak

Köyde Banyo Yapmak
Köyümüzde yıkanılacak (çimilecek) bir banyo yoktu. Köylüler, iş telaşesi ve yorgun-luktan dolayı banyo yapmaya pek fırsat bulamazlardı. Oturma odasındaki örteyerin sağ ve solunda bulunan, kapaklı ve yerden yarım metre yükseklikte olan “terece” denilen dolabın içinde banyo edilirdi. Bir-bir buçuk metrekare büyüklüğünde, çok küçük bir delikten ışık alan bu terecenin tabanı kirli suyun dışarı akması için öne doğru eğimli olurdu ve oturmak için küçük bir kürsü bulunurdu. İçerisi karanlık ya da loş ışıklı olurdu.

Su önceden ısıtılır, kazanla veya ibrikle tereceye taşınırdı. Su, taslarla ya da ibrikle vücuda dökülerek yıkanılırdı. 1930’lu yıllarda saçlar, Eşlik yolu üzerinden alınan kil ile yıkanır, daha sonra kalıp sabun kullanılmaya başlanırdı. Anneler, çocuklarını oluklara, çay kenarlarına ya da kuyu başlarına götürür, açık havada yıkarlardı. Kadınlar, banyo-dan sonra saç diplerini temizlemek için iki tarafı kalın ve ince dişli, sert kemikten yapılmış özel taraklarla tararlardı.